Nörobilim ve İnsan Psikolojisi Sosyal Zeka Kitabından Alıntılar 3
- YYDesignCo

- 2 gün önce
- 14 dakikada okunur
Geçen hafta nörobilim ve insan psikolojisi bağlamında, sosyal zeka kitabından alıntılar başlıklı bloğumuzun ikinci bölümü yayınlanmıştı. Eğer defter kalem hazırlıkları yapıldıysa bloğumuzun ikinci bölümüne başlıyoruz :)

Aynı listeden linkleri sizler için buraya bıraktık :)
NÖROBİLİM VE İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE...
DÖRDÜNCÜ KISIM ALINTILARI
SEVGİNİN FARKLI TÜRLERİ
BAĞLILIK AĞLARI
[...]
Sevgiyle ilgili birçok sinirsel patika alt yoldan geçer; salt bilişe dayanan dar bir sosyal zeka tanımına uyan biri, bu noktada yolda kalacaktır.
[...]
Yeterince sevmek, tam bir sosyal zekayı, yani alt yolun üst yolla birleşmesini gerektirir. Bu yollardan biri ya da öteki, tek başına güçlü, doyurucu bağlar kurmaya yetmeyecektir.
[...]
Ayrıca, hayattaki ilk bağlılıklarımızı kurma şeklimizle, bir sevgiliyle ilk bağlantımızı kurma şeklimiz arasında çok ilginç koşutluklar vardır.
FLÖRT SANATI
[...]
Davetkar bakış ve arkasından gelen kışkırtıcı utangaçlık gösterisi, çoğu memeli türünde görülen bir yaklaşma-çekilme düzeninin taklididir; yeni doğan yavruların sağ kalımı bir babanın yardımını gerektirdiğinden, dişi erkeğinin takip etme ve bağlanma iradesini sınamak zorundadır. Kadının cilveli hareketi flört sanatının o kadar evrensel bir parçasıdır ki, hayvan davranışlarını inceleyen etologlar bunu farelerde bile gözlemlemiştir.
[...]
Cilveli gülümseyiş, Paul Ekman' ın dökümünü çıkardığı on sekiz davranış şekli arasında yer alır: Flört eden başını başka yöne çevirerek gülümser; sonra fark edilmeye yetecek kadar bir süre doğrudan arzusunun hedefine bakar ve hemen ardından gözlerini kaçırır. Bu utangaçlık taktiği, erkeğin beynine neredeyse sırf o an için yerleştirilmiş gibi görünen dahiyane bir sinir devresinden yararlanır. Londra' da bir sinirbilimci ekibi, bir erkek çekici bulduğu bir kadının doğrudan bakışına maruz kaldığında, beyninin bir parça zevk veren bir dopamin devresini etkinleştirdiğini keşfetmiştir. Sadece güzel kadınlara bakmak, ya da çekici bulunmayan biriyle göz teması kurmak bu devreyi harekete geçirememektedir.
Ancak erkekler belirli bir kadını çekici bulsalar da, bulmasalar da cilvenin kendine has bir getirisi vardır: Erkekler sıklıkla, daha albenili ama cilvesiz kadınlardan çok, bol cilve yapanlara yaklaşırlar.
[...]
Panksepp, uy.şturucu alışkanlığının dinamiğiyle, en güçlü duyguları beslediğimiz insanlara karşı bağımlılığımız arasında sebep-sonuç ilişkisi bakımından sinirsel bir koşutluk görüyor. Ona göre, insanlarla kurduğumuz tüm olumlu etkileşimlerin verdiği zevk, kısmen opioid sistemimizden, yani alışkanlık yaratan maddelerle bağlantı kuran şebekeden kaynaklanmaktadır.
Bu şebeke, anlaşıldığı kadarıyla, sosyal beynin iki anahtar yapısı olan orbitofrontal ve ön singulat kortekslerini içermektedir. Bunlar uy.şturucu krizine giren, sarhoş olan ya da ölesiye içen madde bağımlılarında etkinleşir. Bağımlı kişiler alışkanlıklarından kurtulmak için tedaviye girdiklerinde bu alanlar etkisizleşir. Söz konusu sistem, bağımlı kişinin tercih ettiği maddeye aşırı değer vermesi kadar, bu maddeyi aramayı bıraktıracak herhangi bir engelleyiciden tamamen yoksun olmasından da sorumludur. Bunların hepsi, aşık olmanın sancıları sırasında ortaya çıkan bir arzu nesnesinde de geçerli olabilir.
Panksepp' in kuramına göre, bağımlıların uy.şturuculardan aldığı haz, sevdiklerimizle bağlantı hissinden aldığımız doğal zevkin biyolojik bir taklididir; bu iki duyguyla ilgili sinir şebekesi büyük ölçüde paylaşılır. Panksepp, hayvanların bile beraberken oksitosin ve doğal opioidler salgıladıkları hemcinsleriyle zaman geçirmeyi yeğlediklerini bulgulamıştır; dolayısıyla bu beyin kimyasallarının aile bağlarımız ve dostluklarımızın yanı sıra, aşk ilişkilerimizi de perçinlediği düşünülebilir.
ÜÇ BAĞLILIK TARZI
[...]
İyi bakılan ve bakıcılarının empatisini hisseden çocuklar, bağlılıklarında güvenli olurlar; insanlara ne aşırı yapışır, ne de uzak dururlar. Ancak duyguları ebeveynleri tarafından göz ardı edilen ve ihmale uğradığını hissedenler, bir sevgi bağı kurmaktan umudu kesmişçesine, ilişkiden kaçınmaya başlarlar. Ebeveynleri tutarsız duygular sergileyerek bir öfkeli, bir müşfik davranan çocuklar ise kaygılı ve güvensiz olurlar.
[...]
Bağlanma tarzımız çocuklukta bir kez oluştuktan sonra, kayda değer biçimde sabit kalır. Bu apaçık bağlılık tarzları her yakın ilişkide kendilerini şu ya da bu ölçüde belli ederler; en güçlü olarak ortaya çıktıkları yer de, romantik bağlardır.
[...]
Yetişkinlerin yaklaşık %20' si aşk ilişkilerinde ''kaygılı'' olan, eşinin kendisini pek sevmediğinden ya da terk edeceğinden endişelenmeye yatkın kişilerdir. Evhamlı ve güvenceye muhtaç olmaları yüzünden, bazen eşlerini istemeden de olsa kendilerinden uzaklaştırırlar. Kendilerini sevgi ve ilgiye layık görmezler, sevgililerini ise idealleştirmeye eğilimlidirler.
Kaygılı tipler bir ilişki kurdukları anda, terk edilecekleri ya da bir şekilde kusurlu bulunacakları korkusuna kolayca kapılabilirler. ''Aşk iptilası'' nın tüm belirtilerini göstermeye eğilimlidirler: Saplantılı bir şekilde kafaya takma, içe dönük kaygılanma ve duygusal bağımlılık.
Genelde endişe ve korkuyla güdümlendiklerinden, ilişkileri hakkında -eşleri tarafından terk edilecekleri gibi- her türlü evhama kapılırlar, ya da aşırı tetikte olur ve eşlerinin hayali kaçamaklarını kıskanırlar. Çoğunlukla aynı aşırı ilgiyi arkadaşlıklarına da taşırlar.
[...]
Kaygılı ve sakıngan tipler, sıkıntılı zamanlarında yatışmak için genellikle birbirinden farklı stratejileri benimserler. Kaygılı kişiler, teskin edici etkileşimlerin gücüne güvendiklerinden başkalarına dönerler. Sakıngan tipler ise, katı bir bağımsızlık içinde, üzüntülerini kendi başlarına gidermeyi tercih ederler.
[...]
SİNİRSEL TEMEL
[...]
Bu farklılıklar sıkıntılı anlarda, örneğin bir tartışma esnasında veya böyle bir tartışma üzerine endişeyle kafa yorulduğu sırada, ya da daha kötüsü, eşlerden biri ilişkinin biteceği saplantısına kapıldığında, en açık şekilde yüzeye çıkar.
fMRI testleri, bu tür endişe verici hayallere dalındığında, üç ana bağlılık tarzının her birinde belirgin bir beyin modelinin ortaya çıktığını göstermiştir.
[...]
Bu testlerde kaygılı tiplerin aşırı tasalanma eğilimi, örneğin eşini kaybetme korkusu, üzüntü sırasında etkinleşen ön şakak ucunu (ATP) duyguların parladığı ön singulatı ve bellek açısından çok önemli bir alan olan hipokampusu da içeren alt yol bölgelerini aydınlatmaktaydı. Etkileyici bir biçimde, kaygılı kadınlar özel olarak çaba harcadıklarında bile ilişkiden kaynaklanan huzursuzlukla ilgili bu devreyi kapatamıyorlardı; saplantılı endişeleri, beyinlerinin bu devreleri kapama yeteneğini bastırıyordu. Bu sinirsel etkinlik genel korkulardan çok, ilişkiden duyulan kaygıya özgüydü. Söz konusu kadınların kaygıyı yatıştıran devreleri, başka türden endişelerin silinip atılmasında gayet iyi işliyordu.
Güvenli kadınlar ise tam tersine, ayrılık korkularını kafalarından silip atmakta hiç zorluk çekmiyorlardı. Üzüntü üreten ATP' leri dikkatlerini başka düşüncelere çevirdiklerinde hemen yatışıyordu.
Aradaki kilit fark şuydu: Güvenli kadınlar, orbitofrontal alanlarının sinirsel anahtarını kolaylıkla etkinleştirip ATP' den kaynaklanan sıkıntılı hislerini hafifletebiliyorlardı.
Buna karşılık, kaygılı kadınlar aşk ilişkilerindeki belirli bir kaygı uyandırıcı anı diğer kadınlara kıyasla çok daha kolayca akıllarına getirebiliyorlardı. Shaver' a göre, zihinlerinin ilişki sorunlarıyla meşgul olması, en yapıcı hareket tarzını seçebilmelerine müdahale ediyor olabilirdi.
[...]
Bağlılık, cinsellik ve ilgilenmeyle ilgili sinir sistemlerini, sanatçı Alexander Calder' ın şu kinetik mobillerinden birinin parçaları olarak düşünebiliriz; herhangi bir parçadaki hareket ötekilerde yankılanır. Örneğin, bağlılık tarzları kişinin cinselliğine şekil verir. Sakıngan tiplerin, kaygılı ya da güvenli kişilere kıyasla daha fazla cinsel eşi ve bir gecelik ilişkisi olur. Duygusal uzaklığı tercih ettiklerinden, sakıngan tipler yakınlık veya ilgiye gerek duymaksızın cinsellikle yetinirler. Bir şekilde sürekli bir ilişkiye girecek olurlarsa, uzak durmakla zorlama arasında gidip gelme eğilimi gösterirler ve dolayısıyla boşanma ya da ayrılmaları -ve tuhaf bir şekilde daha sonra aynı eşe dönmeye çalışmaları- daha olasıdır.
[...]
ARZU: ERKEĞİNKİ VE KADININKİ
[...]
Cinsellikle ilgili sinirsel donanım, düşünen beynin kapsama alanı dışındaki alt yolun korteks altı bölgelerinde barınır. Bu alt yol şebekesi bizi giderek artan bir ivedilikle yönlendirdikçe, üst yoldaki akılcı bölgelerin verdiği herhangi bir öğüde gitgide daha az kulak asarız.
Daha genel bir anlamda, bu donanım haritası pek çok romantik seçimin akıldışılığına gerekçe oluşturur; mantık devrelerimizin bu işle hiç ilgisi yoktur. Sosyal beyin hem sever, hem ilgi gösterir, şehvet ise alt yolun en dipteki bazı kollarında dolaşır.
[...]
Erkekler aşık olurken alt yola dalarlar. Kadınlar ise önce alt yolda dolaşır, ama sonra bir dönüş yapıp üst yoldan devam ederler.
Daha kuşkucu bir görüşe göre, ''Erkekler cinsellik nesnelerini, kadınlarsa başarı nesnelerini arar.'' Ancak kadınlar genelde bir erkekteki güç ve servet belirtilerini, erkeklerse bir kadının fiziksel albenisini çekici bulsalar da bunlar her iki cinsiyet için birincil seçimler değil, sadece en çok farklılık gösterdikleridir. Kadınlar için de, erkekler için de, iyilik ve nezaket listenin başında gelir.
[...]
Doğa, konuyu daha da giriftleştirecek şekilde, erkeklerle kadınları aşk molekülleri açısından bile farklı eğilimlerle donatmayı uygun bulmuştur. Erkeklerde, şehveti körükleyen kimyasallar genellikle kadınlara kıyasla daha yüksek, bağlılığı destekleyenlerse daha düşük düzeydedir. Tutkular söz konusu olduğunda, erkeklerle kadınlar arasındaki klasik gerilimlerin birçoğunu bu biyolojik denksizlikler yaratır.
[...]
DOĞA' NIN KÜÇÜK BİR KURNAZLIĞI
[...]
Cinsel çekimin -ya da en azından ilginin- ilk kıpırdanışlarında tutulan yol, alt yoldur: Kesin bir düşünceye ( hatta bir duyguya ) değil, duyulara dayalıdır. Kadınlarda o ilk bilinçaltı heyecan bir koku izleniminden, erkeklerdeyse görsel bir izlenimden doğabilir.
Bilim insanları, bir erkeğin ter kokusunun kadınların duyguları üzerinde olağanüstü etkiler yaparak ruh hallerini iyileştirebileceğini, onları gevşetebileceğini ve yumurtlamayı sağlayan üreme hormonlarının düzeyini yükseltebileceğini bulgulamışlardır.
Ne var ki bu olasılıkları ortaya çıkaran çalışma, tamamen klinik ( ve kesinlikle romantik olmayan ) koşullar altında, bir laboratuvarda yapılmıştı. Dört haftadır deodorant kullanmayan erkeklerin koltukaltlarından alınan örnekler bir karışıma katılarak, yer cilası gibi ürünlerin kokusuyla ilgili bir araştırmaya katıldıklarını sanan kadın deneklerin üst dudaklarına sürülüyordu. Koku başka bir kaynaktan değil de erkeğin terinden geldiğinde, kadınlar kendilerini daha gevşemiş ve mutlu hissediyorlardı.
Araştırmacılar, daha romantik bir ortamda bu kokuların cinsel duyguları da uyarabileceğini öne sürüyorlar. Dolayısıyla, çiftler etkileşirken hormonal kucaklaşmalarının sessiz sedasız cinsel uyarımın yolunu açtığı, bedenlerinin bilinçaltında üremeye vesile olacak koşulları düzenlediği düşünülebilir.
[...]
Erkek beyni, kadın bedeninin ana yönlerini, özellikle de taze güzelliğin işareti olan ve kendi başına erkeklerde cinsel uyarımı tetikleyebilen, göğüs-bel-kalça arasındaki ''kum saati'' orantısını saptayan detektörlerle donatılmış gibidir. Dünyanın dört bir yanındaki erkeklerden, değişik orantılardaki kadın eskizlerinin çekiciliğini değerlendirmeleri istendiğinde, çoğu, kalçalarının yaklaşık %70' i oranında bel ölçüsü olan kadınları seçmiştir.
[...]
Bazıları, bu sinir devresi parçasının, kadının doğurganlığının zirvesine ulaştığını gösteren biyolojik belirtileri kaydetmenin bir yolu olduğunu ve erkeklere özellikle çekici gelen bu belirtilerin, sperm kullanımında tasarruf sağladığını düşünmektedir.
[...]
LİBİDONUN BEYNİ
[...]
Libidonun ( cinsellik güdüsü ) uyandığı yer olan şehvet devreleri, limbik beynin geniş bir alanını kaplar. Cinsel arzuyla ilgili bu alt yol donanımı cinsiyetler tarafından büyük ölçüde paylaşılır. Ama aralarındaki birkaç belirgin fark, her cinsiyetin sevişmeyi farklı tarzda yaşamasına ve romantik bir temasın çeşitli yönlerini farklı şekilde değerlendirmesine yol açar.
Erkeklerde, hem cinsellik hem de saldırganlık düzeyi, beynin birbiriyle bağlantılı alanlarında etkin olan cinsellik hormonu testosteron tarafından yükseltilir. Erkekler cinsel bakımdan uyarıldıklarında, testosteron düzeyleri yukarı fırlar. Bu erkeklik hormonu, kadınlarda da -erkeklerdeki kadar güçlü olmasa da- bir cinsel arzu uyandırır.
Cinselliğin bir de şu bağımlılık yaratan niteliği vardır. Gerek erkeklerde gerekse kadınlarda, kumardan madde kullanımına kadar farklı faaliyetlerde yoğun zevk hissi veren bir kimyasal madde olan dopamin, cinsel temas sırasında da yukarı fırlar. Zevk veren dopamin düzeyleri sadece cinsel uyarılma sırasında değil, cinsel temasın sıklığı ve kişinin cinsel dürtüsünün yoğunluğuyla bağlantılı olarak da yükseklir.
İlgi göstermenin kimyasal bir kaynağı olan oksitosin, kadınların beynine erkeklerinkinden daha fazla nüfuz ettiğinden, kadınların cinsel bağlılığı üzerinde daha etkilidir. Oksitosinle yakın akrabalığı olan vazopresin hormonu da bağlanmada bir rol oynayabilir. İlginç bir şekilde, sosyal beynin olağanüstü hızlı bağlayıcıları olan iğ hücrelerinde vazopresin alıcıları bol miktarda bulunur. İğ hücreleri, örneğin, ilk kez karşılaştığımız biri hakkında çok hızlı, sezgisel yargılarda bulunduğumuz sırada devreye girerler. Henüz bunu kesinleştirebilecek bir araştırma yapılmamış olsa da, bu hücreler ''ilk bakışta aşk'' ı -ya da en azından arzuyu- yaratan beyin sisteminin bir parçası olarak tanımlanmaya uygun adaylar gibi görünmektedir.
Sevişmeye doğru hızlanan süreçte, erkeğin beyninde oksitosin düzeylerinin yanı sıra, ( birlikte AVP olarak bilinen ) arginin ve vazopresin tarafından yönlendirilen hormon açlığı da tırmanışa geçer. Erkek beyninde dişininkine kıyasla daha fazla AVP alıcısı vardır ve bunların çoğu cinsellikle ilgili devrelerde toplanmıştır. Buluğ çağında bollaşan, erkeğin cinsel açlığını körüklediği anlaşılan AVP, boşalma yaklaştıkça yükselir ve orgazm anında hızla düşer.
Oksitosin, hem erkeklerde hem de kadınlarda cinsel temasın verdiği sevecen ve hoş duyguları körükler. Orgazm sırasında yüksek dozlarda salgılanan bu kimyasalın oluşturduğu sel, sevişme sonrası sıcak yakınlık duygularını uyandırır ve erkekle kadını bir süreliğine aynı sevecen duyguların hormonal dalga boyunda buluşturur. Oksitosin salgıları, doruğa eriştikten sonra, özellikle ''sevişme sonrası oynaşma'' da, yani birleşmeyi izleyen sarılma ve sokulmalar sırasında da yoğun olarak devam eder.
[...]
Kemirgenlerde ( ve muhtemelen insanlarda da ) bol miktarda cinsel doyumun erkeklerin oksitosin düzeylerinde üç kat bir yükselişe neden olması ilginçtir; görünüşe bakılırsa, erkek beyninin kimyasını bir süreliğine dişininkine yaklaştıran bir beyin değişikliğidir bu. Ne olursa olsun, sevişme oyununun bu kurnazca kimyasal kapanış hamlesi, oksitosinin bir diğer işlevi olan bağlılığı geliştirmek için rahat bir zaman sağlar.
Şehvet devresi, çifti bir sonraki buluşmalarına da hazırlar. Ana bellek yapısı olan hipokampus, AVP ve oksitosin alıcıları bakımından zengin sinir hücrelerine sahiptir. AVP, özellikle erkekte, arzu dolu sevgilisinin çekici imgesini özel bir vurguyla belleğe kaydederek, cinsel eşini benzersiz bir şekilde hatırlanabilir hale getirir. Orgazmın ürettiği oksitosin belleği de güçlendirerek, yine sevgilinin hoş görüntüsünü zihne kaydeder.
Bu temel biyokimyasal işlemler bizi cinsel bakımdan etkinleştirirken, beynimizin üst yol merkezlerinin yaptığı etki, bunlarla her zaman bağdaşmaz.
[...]
İNSAFSIZ ARZU
Evde çalışan bir yazarla nişanlı olan, bağımsız ve güzel bir avukatı ele alalım. Kadın eve adımını atar atmaz, nişanlısı elindeki işi hemen bırakıp etrafında pervane oluyordu. Bir akşam yatmaya hazırlanırken, daha yorganın altına girmeye fırsat bulamadan nişanlısı onu istekle kendine çekmişti.
''Azıcık nefes almama izin ver ki seni sevebileyim'' demişti kadın. Bu sözden incinen adam, o gece divanda yatmaya kalkmıştı.
Kadının sözleri, sımsıkı bir duygusal döngü içinde bağlanmanın olumsuz yanını gözler önüne seriyor: Bu tür bir bağlanma boğucu olabilir. Uyumun tek amacı sürekli iç içe olmak, her düşünce ve hissin örtüşmesini sağlamak değildir; birbirine gerektiğinde kendi başına kalabileceği bir alan bırakmayı da içerir. Bu bağlılık çevrimi, bireyin ihtiyaçlarıyla çiftin ihtiyaçları arasında bir denge kurar. Bir aile terapistinin söylediği gibi, ''Bir çift ne kadar ayrı kalabilirse, o kadar birlikte olabilir.''
[...]
Nişanlının kadın avukata cinsel bir nesne olarak aşırı düşkünlüğü, annesinin kendi hislerini ve ihtiyaçlarını hiç bilmeden meme emen bir bebeğin insafsız arzusuna benzer. Bu kadim arzular, birbirinin bedenini bir bebek gibi hararetle araştıran iki tutkulu yetişkinin sevişmesi sırasında da dışa vurulur.
Daha önce belirttiğimiz gibi, yakınlığın çocuklukta yatan kökleri, aşıkların birbirine çocuksu, tiz perdeli seslerle ya da bebek adlarıyla hitap etmelerinde yeniden yüzeye çıkar.
[...]
Duygusal açıdan uyum sağlayabilmek için işi ağırdan almak ve böylece onun kendi arzusunu hissetmesine izin verecek psikolojik alanı yaratmak.
[...]
Bu durum Freud' un ünlü sorusunu akla getiriyor: ''Kadın ne ister?'' Epstein' ın yanıtladığı gibi, ''İsteklerini umursayan bir eş ister.''
CİNSELLİK NESNELLEŞTİRDİĞİNDE
[...]
Aslında bir erkek ne kadar empatiliyse, cinsel zorbalık yapması, hatta böyle bir şeyi hayal bile etmesi olasılığı o kadar düşüktür.
Cinsel zorbalıkta fazladan bir hormonal gücün rolü de olabilir. Araştırmalar, aşırı yüksek testosteron düzeylerinin, erkeklerin başka bir kişiye salt cinsel bir nesne olarak davranma eğilimlerini arttırdığını ve evlilikte de sorun yaratmalarına yol açtığını göstermektedir.
4.462 Amerikalı erkeğin testosteron düzeylerinin incelendiği bir çalışmada, erkeklik hormonu çok yüksek çıkanlarda tehlikeli bir davranış modeli saptandı. Öncelikle, genelde daha saldırgandılar, geçmişte bir kavgaya karışmış ve tutuklanmış olmaları olasılığı yüksekti. Ayrıca koca olarak da riskliydiler: Eşlerine vurmaya veya suratlarına bir şeyler fırlatmaya, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmaya yatkındılar ve -anlaşılabilir bir şekilde- iyi geçinmekte sorun yaşadıklarından, boşanmış olmaları daha olasıydı. Testosteron düzeyi yükseldikçe, tablo daha da kötüleşiyordu.
Öte yandan, bir çalışmada, yüksek testosteron düzeyine sahip birçok erkeğin mutlu bir evliliği olduğu da belirtiliyor. Yazarlara göre, aradaki farkı, erkeklerin testosteron güdümlü daha vahşi itkilerini denetlemeyi ne derece öğrenmiş oldukları belirlemektedir. Cinsellik ya da saldırganlıkla ilgili her türlü itkiyi kontrol etmenin anahtarı prefrontal sistemlerle saklıdır. Bu da bizi yine üst yolun gerekliliğine ve onun ham cinsellik dürtüsüne karşı bir denge unsuru olarak, alt yolu dizginleme yeteneğine getirir.
[...]
Bir çift fiziksel yakınlığın dışında duygusal olarak da birleştiğinde, her iki taraf ayrılık duygularını yitirir; ''ego orgazmı'' denilen, yalnızca bedenlerinin değil, benliklerinin de buluştuğu bir durumdur bu.
Yine de, en şiddetli orgazm bile sevgililerin ertesi sabah birbirlerine içtenlikle ilgi göstereceklerinin teminatı değildir. İlgi, kendi sinirsel mantığı üzerinden işler.
[...]
ZAVALLI LİAT
[...]
Fear Factor (Korku Etkeni) adlı TV programından alınma bir sahneydi sanki: Liat adında bir üniversite öğrencisi, her biri öncekinden daha zorlayıcı olan bir dizi sınamadan geçmek zorundaydı. İlk görevi olan, korkunç bir şekilde yanmış bir adamın ve garip bir şekilde yaralı bir yüzün resimlerine bakmak, onu açıkça dehşete düşürmüştü.
Ardından, bir sıçanı tutup okşaması gerektiğinde o kadar tiksinmişti ki, neredeyse elinden atıyordu. Sonra, buzlu suya kolunu sokup 30 saniye tutması söylendiğinde, yirmi saniyeden fazla dayanamayacağı kadar şiddetli bir ağrı hissetmişti.
Son olarak, cam bir akvaryuma elini sokup canlı bir tarantulayı okşaması gerektiğinde, bu kadarını kaldıramayıp, ''Devam edemeyeceğim!'' diye bağırdı.
Şimdi soru şu: Liat' ın bu sınavdan kurtulması için onun yerini almaya gönüllü olur muydunuz?
Kaygının şefkat duygusunu, yani başka birine ilgi gösterme içgüdümüzün şu soylu uzantısını nasıl etkilediğini inceleyen bir araştırmaya denek olarak katılan öğrencilere sorulan soru tam da buydu. Verdikleri yanıtlar, bağlılık tarzlarının cinselliği çarpıtabileceği gibi, empatiye de kendi ayırıcı niteliklerini yansıtabileceğini ortaya çıkardı.
Bağlılık tarzları araştırmasında Philip Shaver' ın İsrailli meslektaşı olan Mario Mikulincer, insanlar güvensiz bağlılıkları konusunda kaygıya kapıldıklarında, yardıma muhtaç birine karşı duyulan empatiden kaynaklanan özgeci itkinin belirsizleşebileceğini, bastırılabileceğini veya kenara itilebileceğini öne sürmektedir. Mikulincer, ayrıntılı deneylerinde üç farklı bağlılık tarzından her birinin empati gösterme yeteneği üzerinde kendine özgü belirgin bir etkisi olduğunu göstermiştir.
Deneylerde, farklı bağlılık tarzları olan kişilerden -tabii ki araştırmacılarla işbirliği halinde kendisine verilen rolü oynayan- zavallı Liat' ı izlemeleri isteniyordu. Güvenli tipler, hem Liat' ın sıkıntısını hissetmek hem de yerini almaya gönüllü olmak bakımından, en fazla şefkat gösterenlerdi. Kaygılı kişiler, kendi sıkıntı verici tepkileri içinde boğuluyor ve Liat' ın yardımına koşacak gücü bulamıyorlardı.
Sakıngan tiplerse ne üzüntülü, ne de yardıma eğilimliydiler.
Güvenli tarz, özgecilik açısından en uygun olanıdır; güvenli insanlar başkalarının üzüntüsünü kolaylıkla hisseder ve yardım etmek için harekete geçerler. Bu tür kişilerin, çocuklarına yardım eden bir anne, üzüntülü sevgilisine duygusal destek veren bir eş, yaşlı akrabalarıyla ya da muhtaç durumdaki bir yabancıyla ilgilenen bir olarak, ilişkilerinde etkin biçimde şefkat göstermeleri daha olasıdır.
Kaygılı kişiler ise kendilerine bulaşan hislerin seline kapılarak, karşı tarafın ıstırabından çok daha fazla etkilenmelerine yol açan aşırı bir duyarlılıkla tepki verirler. Ötekinin acısını hissetseler de, bu hisler yoğunlaşarak ''empati endişesi'' ne dönüşebilir; bu o kadar güçlü bir kaygı düzeyidir ki, altında ezilirler. Kaygılı tipler, en çok merhamet yorgunluğuna karşı korunmasız görünürler; başkalarının acılarıyla devamlı olarak yüz yüze geldiklerinde, kendi ıstırapları yüzünden tükenirler.
Sakıngan kişiler de şefkat göstermekte zorlanırlar. Acı verici duyguları bastırarak kendilerini korur ve savunmaya geçerek ıstırap çeken başka insanlardan bulaşabilecek duygulara karşı kendilerini yalıtırlar. Empatileri zayıf olduğundan, nadiren başkalarına yardım ederler. Bunun tek istisnası, yardım ederek herhangi bir kişisel yarar sağlayabilecekleri durumlardır; arada bir gösterdikleri şefkat ''bu işte benim çıkarım ne'' düşüncesiyle karışıktır.
[...]
Yerel gazetenizde, üç çocuklu bir kadının içinde bulunduğu kötü durum hakkında bir haber okuduğunuzu düşünün. Kadının ne eşi, ne işi ne de parası var. Aç çocuklarını her gün bir aşevine götürüp yemek yediriyor. O da olmasa, yetersiz beslenecek, hatta belki açlıktan ölecekler.
Bu kadın için her ay bir miktar yiyecek bağışlar mıydınız? İş ilanlarını taramasına yardım eder miydiniz? Hatta bir iş mülakatına giderken ona eşlik eder miydiniz?
Bunlar, Mikulincer' in şefkat duygusu üzerine yaptığı bir başka çalışmada deneklere sorulan sorulardı. Bu deneylerde, gönüllülerin önce güven duyguları güçlendiriliyor, ( üzücü konuları açabildikleri biri gibi ) kendilerine güven telkin eden kişilerin isimleri çok kısa ( saniyenin ellide biri kadar ) bir süreyle bilinçaltlarında çağrıştırılıyordu. Ayrıca, hayatlarındaki bu müşfik insanları, yüzlerini zihinlerinde canlandırarak bilinçli olarak düşünmeleri de isteniyordu.
Çarpıcı bir biçimde, kaygılı kişiler empati endişelerini ve yardım etmek konusundaki her zamanki isteksizliklerini yenebiliyorlardı. Bu geçici destek bile, güvenli insanlar gibi tepki vererek daha fazla şefkat göstermelerini sağlıyordu. Güçlendirilen güvenlik duygusunun, başkalarının ihtiyaçlarına karşı yeterli miktarda ilgi ve enerjiyi açığa çıkardığı anlaşılıyor.
Ancak sakıngan kişiler yine empati gösteremiyor ve -işlerine yarayacak bir şey olmadığı sürece- özgeci itkilerini bastırıyorlardı.
[...]
ŞEFKATE GİDEN ALT YOL
[...]
Freud, sevgililerin ve bir anneyle bebeğinin fiziksel yakınlığı arasında çarpıcı benzerlikler görmüştür. Sevgililer, tıpkı anneler ve yavruları gibi, zamanlarının çoğunu göz göze bakışarak, birbirlerine sokulup kucaklaşarak, birbirlerini öperek, tensel temas halinde geçirirler. Her iki örnekte de, bu temas büyük bir mutluluk verir.
Cinselliği ayrı tutarsak, bu tür temastan alınan zevkin anahtarı, anaç sevginin molekülü olan oksitosindir. Doğum ve emzirme sırasında olduğu gibi orgazm anında da kadın bedeninin salgıladığı oksitosin, her annenin bebeğine karşı beslediği sevecen hisleri kimyasal olarak tetikler ve böylece korumanın ve şefkatli bakımın başat biyokimyasını harekete geçirir.
[...]
Uvnas - Moberg' e göre, sosyal bakımdan en yakından bağlı olduğumuz insanlarla sık sık temas etmemiz, oksitosin salınımını etkileyebilir ve sadece o insanların yanında bulunmamız, hatta onları düşünmemiz bile bu hormonun içimizde keyif verici bir dozda tetiklenmesine yol açabilir.
[...]
Oksitosin, sevgi ve sadakate dayalı ilişkilerin nörokimyasal anahtarlarından biri olabilir. Bir araştırma, oksitosinin Kuzey Amerika' da yaşayan bir kır faresi türünün ömür boyu tek bir eşe bağlı kalmasını sağladığını göstermişti. Bedeninde oksitosin salgılanmayan başka bir kır faresi türünün de rastgele çiftleştiği ve hiç bir zaman tek bir eşe bağlanmadığı görülmüştü. Bu hormonun bloke edildiği deneylerde, daha önce çiftleşmiş olan tek eşli kır farelerinin birbirlerine duyduğu ilgi birdenbire kayboluyordu. Oysa rastgele çiftleşen farelerde aynı hormon salgılandığında, birbirlerine bağlanmaya başlıyorlardı.
İnsanlarda, oksitosin paradoksal bir durum yaratabilir: Uzun erimli aşkın kimyası, bazen şehvetin kimyasını bastırabilir. Bu durumun ayrıntıları hayli karmaşık olmakla beraber, belli bir etkileşimde ( oksitosinin yakın akrabası olan ) vazopresin testosteron düzeyini düşürürken, bir başka etkileşimde testosteron oksitosini bastırır. Bilimsel ayrıntılar henüz çözümlenmemiş olsa da, testosteronun bazen oksitosin düzeyini yükseltebilmesi, en azından hormonal açıdan, tutkunun bağlılık yüzünden sönmek zorunda olmadığını düşündürmektedir.
SOSYAL ALERJİLER
[...]
Sinirbilimciler bağlılığın, ilgilenmenin ve cinsel arzunun, istediklerimizi ve yaptıklarımızı yönlendiren yedi önemli sinir sisteminden sadece üçü olduğunu ekliyorlar. Geri kalanlar arasında, ( dünya hakkında bilgi edinmeyi de içeren ) araştırıp keşfetmek ve sosyal bağlar kurmak da yer alır. Hepimiz bu temel sinirsel güdülere kendimize göre bir öncelik veririz; kimileri gezip dolaşmaya, kimileri sosyalleşmeye meraklıdır. Ancak iş sevmeye geldiğinde, bağlılık, ilgilenme ve cinsellik genellikle -şu veya bu sırada- liste başıdır.
[...]
Bugünlerde Gottman, cinsel temas ya da şefkat gibi birincil bir ihtiyacın karşılanmaması durumunda, belirsiz bir hüsran duygusu kadar incelikli, ya da sürekli bir garez kadar gözle görülür şekilde kendini gösterebilecek sabit bir doyumsuzluk hissettiğimizi ileri sürmektedir. Bu alt yol ihtiyaçları, karşılanmadığı zaman şiddetlenir. Böylesi sinirsel hoşnutsuzluk işaretleri, tehlikeye giren bir beraberliğin erken uyarı sinyalleridir.
[...]
Her bir duygu yüz kaslarının belirli bir kümesini gerip gevşettiğinden, eşler birlikte gülümseyip surat astıkça, benzer yüz kaslarını güçlendirirler. Zamanla benzer kırışıklıklar ve çizgilerin oluşması, yüz hatlarının gitgide birbirine benzemesine yol açar.
[...]
Çiftlerin yüzleri zaman içinde birbirine benzemekle kalmıyor, ayrıca evliliklerinde ne kadar mutlu olduklarını bildirmişlerse, yüz hatlarındaki benzerlik de o kadar artıyordu.
Bir anlamda, zaman geçtikçe eşler birbirlerini daha incelikli yollardan ''yontarak'', sayısız küçük etkileşim aracılığıyla birbirlerindeki hoşa giden dokuları güçlendirirler. Bazı araştırmalar, bu yontma işleminin, insanları eşlerinin idealindeki surete uydurduğunu göstermektedir. İstenen sevgiyi almaya yönelik bu sessiz sedasız zorlamaya, eşlerin birbirini biçimlendirdiği ''Mikelanj Fenomeni'' denmektedir.
[...]
John Gottman' ın bana söylediği gibi, ''Flört eden çiftlerde, ilişkinin sürüp sürmeyeceğinin en önemli habercisi eşlerin paylaştığı iyi hislerin miktarıdır. Evliliklerdeyse bunu çiftin anlaşmazlıklarını ne kadar iyi hallettiği belirler. Uzun süren bir evliliğin sonraki yıllarında, yine paylaştıkları iyi hislerin miktarı belirleyici olur.''
Altmışlı yaşlarındaki karı-kocalar hoşlandıkları bir şeyden bahsederken, fizyolojilerinin ölçümleri, sohbet ilerledikçe ikisinin de giderek daha neşelendiğini gösterir. Oysa kırklı yaşlarındaki çiftlerin fizyolojisi, karşılıklı uyumun doruğuna daha nadir ulaşır. Bu durum, evliliklerinden memnun olan altmışlarındaki çiftlerin, orta yaşlı çiftlere kıyasla birbirlerine neden daha açık bir şekilde sevecen davrandıklarını açıklayabilir.
[...]
Tam olarak bir son değil, haftaya dördüncü bölümde tekrardan buluşmak dileğiyle :)





Yorumlar