Nörobilim ve İnsan Psikolojisi Sosyal Zeka Kitabından Alıntılar 2
- YYDesignCo

- 11 Eki
- 17 dakikada okunur
Geçen hafta nörobilim ve insan psikolojisi bağlamında, sosyal zeka kitabından alıntılar başlıklı bloğumuzun ilk bölümü yayınlanmıştı. Eğer defter kalem hazırlıkları yapıldıysa bloğumuzun ikinci bölümüne başlıyoruz :)

''Aslında iyiymiş ya'' diyenler için linki yine buraya bırakıyoruz :) Sessiz ya da müziğin; hangisinin eşlikçimiz olacağına da karar verdiysek, insan psikolojisi ve nörobilimde sosyal zekanın yerine derinlemesine bakmaya devam ediyoruz :)
İKİNCİ KISIM ALINTILARI
KOPAN BAĞLAR
REDDEDİLMENİN ACISI
[...]
Reddedilme, beynin öne çıkarmak üzere tasarlanmış gibi göründüğü ilkel bir tehdidi çağrıştırır.
[...]
Beynin acı merkezi sosyal dışlanmaya karşı bu duyarlılığı, muhtemel kovulma konusunda bir uyarı işareti olarak ve belki de bizi tehlike altındaki ilişkiyi düzeltmeye teşvik etmek amacıyla geliştirmiş olabilir.
[...]
Çok eski zamanlardan gelen bağlantılarımızı koruma ihtiyacımız, gözyaşı ile kahkahanın neden beynin en eski parçası olan beyin sapında birbirine yakın alanları paylaştıklarına açıklama getirebilir.
Gülmek ve ağlamak -doğum ve ölümler, düğünler ve uzun süre ertelenen yeniden buluşmalar gibi- çok önemli sosyal bağlantı anlarında kendiliğinden doğan tepkilerdir. Ayrılmanın hüznü de, sosyal bağ kurmanın neşesi de bağlantının ilkel gücünü ortaya koyar.
[...]
Toplumdan dışlanma -ya da bunun korkusu- aynı zamanda kaygının da en yaygın nedenlerinden biridir. Dahil olma hissi, sıklıkla sosyal temas ya da çok sayıda ilişki kurmaktan çok, birkaç kilit ilişkide kendimizi ne derece kabul görmüş hissettiğimize dayanır.
[...]
AHLAKİ DÜRTÜLER
[...]
Sosyal duygular fiilen bir ahlaki pusula işlevi görür. Örneğin, başkaları yaptığımız yanlışların farkına vardığında utanç duyarız. Öte yandan, suçluluk duygumuz mahrem kalır ve bir şeyi gerektiği gibi yapmadığımızı gördüğümüzde pişmanlık hissi olarak ortaya çıkar. Suçluluk duygusu bazen yanlışlarını düzeltmeye iterken, utanç hissi çoğunlukla savunmacılığa yol açar. Utancın neticesi sosyal dışlanmadır, suçluluk duygusu ise işlenen suçun kefaretini ödemeye yol açabilir. Utanç ve suçluluk duyguları normalde ahlak dışı faaliyetleri frenlemek için birlikte devreye girerler.
[...]
ERİL BEYİN
[...]
Kızlara kıyasla erkek çocukların otistik olmaları olasılığı dört kat, Asperger sendromuna yakalanma olasılığı ise on kat fazladır. Simon Baron - Cohen, bu tür bozuklukları olan kişilerin sinirsel profilinin prototip ''eril'' beynin en aşırısını temsil ettiği yolunda radikal bir önermede bulunmaktadır.
Baron - Cohen' e göre, aşırı eril beyin zihin görüşünden tamamen yoksundur; empatiyle ilgili sinir şebekesi dumura uğramıştır. Fakat bu eksiklik, karmaşık matematik problemlerini ancak bilgisayarların yarışabileceği hızda çözebilen bilginlerin lazer keskinliğindeki şaşırtıcı yetenekleri gibi entelektüel güçlerle birlikte ortaya çıkar. Zihin körü olmalarına karşın, bu tür aşırı eril beyinler, borsa yazılımlar ve kuantum fiziği gibi sistemleri anlamakta çok yetenekli olabilirler.
Aşırı ''dişi'' beyin ise tam tersine, empatide ve başkalarının düşünceleriyle hislerini anlamakta üstündür. Bu modele sahip olanlar, öğretmenlik ve danışmanlık gibi mesleklerde parlar; psikoterapist olarak danışanlarının iç dünyasına uyum sağlayarak mükemmel empati gösterirler. Fakat bu aşırı dişi modele uyan tipler, yol üzerindeki bir kavşakta kendilerine verilen talimatları uygularken ya da kuramsal fizik çalışırken ciddi zorluklarla karşılaşırlar. Baron - Cohen' in deyişiyle, onlar ''sistem körü'' dür.
Baron - Cohen, bir kişinin ötekinin duygularını ne kadar kolay sezdiğini belirlemek amacıyla EQ adlı bir test hazırlamıştır. ( Burada EQ ''empati katsayısı'' nın karşılığıdır, artık birçok dilde bu kısaltmanın ifade ettiği gibi ''duygusal zeka'' nın değil. ) Bu testte kadınla, ortalama olarak erkeklerden daha yüksek puan alırlar. Ayrıca, belirli bir sosyal durumda neyin bir gaf olduğunu anlamak gibi sosyal biliş ölçümlerinde ve ötekinin hislerini ya da düşüncelerini sezebilmenin sonucu olan empatik isabette de erkekleri geride bırakırlar. Son olarak, Baron - Cohen' in başkasının hislerini yalnızca gözlerinden okuma testinde de kadınlar genellikle erkeklerden daha yüksek puan alırlar.
Fakat sıra sistematik düşünmeye geldiğinde, üstünlük eril beyne geçer. Baron - Cohen' in işaret ettiği üzere, mekanik sezgi yeteneği, karmaşık sistemleri takip edebilme, girift dizaynlar içine gizlenmiş şekilleri ( ''Waldo Nerede?'' ) saptamak için gerekli keskin dikkat ve genel görsel tarama testlerinde erkeklerin ortalaması kadınlardan yüksektir. Otistik kişilerse bu testlerde çoğu erkekten daha başarılı olurken, empati testlerinde tüm gruplar arasında en kötü sonucu alırlar.
[...]
Harvard Üniversitesi' nin rektörü, kadınların pozitif bilimlerde kariyer yapmaya doğaları itibarıyla uygun olmadığını ima eden sözleriyle ortalığı karıştırdı. Oysa Baron - Cohen, kuramının kadınları mühendis olmaktan veya erkekleri psikoterapi mesleğine girmekten caydırmak amacıyla kullanılmasından hiç hoşlanmayacaktır. Baron - Cohen' in bulgularına göre, insanların büyük çoğunluğunda, erkek ve kadın beyni empati ve sistematik düşünce bakımından aynı yetenek düzeyindedir; üstelik birçok kadın dizgeleştirmekte, birçok erkek de empati göstermekte parlak bir beceriye sahiptir.
[...]
İNSANLARDAN ANLAM ÇIKARMAK
[...]
Kişilerarası dünyada yönünü bulma zorluğu, Asperger sendromunun yol açtığı daha temel bir zorluğa işaret eder. Aşağıdaki parçayı ele alalım:
Marie, kocasının akrabalarını ziyarete gitmekten korkuyordu, çünkü çok sıkıcıydılar. Çoğu zaman hep birlikte tedirgin bir sessizlik içinde oturuyorlardı ve bu seferki ziyaretleri de farklı geçmemişti. Eve dönerlerken, kocası Marie' ye ziyaretleri hakkında ne düşündüğünü sordu. Marie '' Ah, harikaydı doğrusu. Çok konuştuklarından ağzımı bile açamadım'' dedi.
Marie' ye bunu söyleten neydi?
Yanıtı çok açık: Marie istihzalı konuşuyor, aslında söylediği şeyin tam tersini kastediyordu. Ne var ki bu görünüşte apaçık sonuç, otistik ya da Asperger sendromlu insanların dikkatinden kaçar. İğneleyici bir saptamayı ''kavrayabilmek'' için, söylenenin kastedilen şey olmadığı önermesine dayalı incelikli bir sosyal matematik işlemi yapmamız gerekir. Ancak otistik kişilerdeki zihin görüşü eksikliği, bir aşağılamanın insana neden kötü bir his verdiği gibi en basit sosyal algoritmanın bile onlar için ne kadar muamma olarak kalmasına yol açar.
Otistik kişilerin beyin taramaları, birinin yüzüne bakarken ''fusiform girus yüz alanı'' denilen bir bölgelerinde faaliyet olmadığını göstermiştir. Fusiform yüz alanı sadece yüzleri değil, en çok aşina olduğumuz ya da etkilendiğimiz diğer her türlü şeyi de kaydeder. Kuş gözlemcilerinde bu, yanlarından uçup geçen bir kuş gördüklerinde; otomobil meraklılarındaysa, bir BMW geçip gittiğinde fusiform alanın aydınlanması anlamına gelir.
Gelgelelim, otistik kişilerde bu bölge, bir yüze -hatta ailedeki kişilerin yüzlerine- baktıkları sırada değil de, bir telefon rehberindeki numaralar gibi, ilgilerini çeken başka herhangi bir şeye bakarken hareketlenir. Otistikler üzerine yapılan araştırmalardan basit bir parmak hesabı çıkmıştır. Birine bakarken beyinlerinin yüz okuma alanındaki hareketlenme ne kadar azsa, kişilerarası ilişkilerde o kadar zorluk çekerler.
[...]
İnsan yüzündeki yaklaşık iki yüz kastan, gözleri çevreleyenler özellikle duyguları ifade etmeye ince ayarlıdır. İnsanlar normalde birinin yüzüne baktıkları sırada göz çevresine odaklanırken, otistikler oraya bakmaktan kaçındıkları için çok önemli duygusal bilgileri kaçırırlar. Göz temasından bu şekilde kaçınma, bir bebeğin ileride otistik olacağının ilk göstergelerinden biri olabilir.
[...]
Normal ve otistik beyin etkinliği arasındaki farkları karşılaştırmak, Baron - Cohen' e göre, sosyal zekanın büyük oranda temelini oluşturan sinir devrelerini öne çıkarmaktadır.
NÖROBİLİM VE İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE
ÜÇÜNCÜ KISIM ALINTILARI
GENLER KADER DEĞİLDİR
[...]
Harvardlı psikolog Jerome Kagan' ın yaklaşık otuz yıldır incelediği bir özelliği paylaşırlar. Emekleme çağındayken yabancı insanlar ve mekanlardan irkilen bu tür çocuklar, Kagan' ın nitelemesiyle çekingendirler. Okul çağına geldiklerinde, çekingenlikleri utançlığa dönüşür. Kagan, bu tür çocukların utançlığını, amigdalalarını daha kolay heyecanlandırabilen kalıtımsal bir sinirsel aktarıcıya yormaktadır. Bu çocuklar şaşırtıcı şeyler ve yeni olaylar karşısında aşırı uyarılırlar.
[...]
1970' lerin sonlarında, Kagan çekingenlik gibi bir mizaç özelliğinin genetik sayılabilecek biyolojik nedenleri olduğunu ilk kez ilan ettiğinde, birçok ebeveyn rahat bir nefes almıştı. O zamanki inanışa göre, bir çocukta görülen neredeyse her sorun bir ebeveynlik hatasına bağlanabilirdi. Utangaç bir çocuğun otoriter ebeveynler tarafından ezilmiş olduğu, bir kabadayının ise annesiyle babasının küçük düşürücü davranışlarından duyduğu utancı sert bir dış görünüşün ardında sakladığı düşünülürdü. Şizofrenler bile, hiçbir zaman ebeveynlerini hoşnut edemeyecekleri anlamına gelen ''çelişkili'' mesajların ürünü olarak görülürdü.
[...]
Onlarca yıl sonra, bu tartışma artık bir saflık döneminin tuhaf bir kalıntısı olarak görünüyor. Genetik biliminin ilerleyişi, şu veya bu DNA kümesinin yönettiği mizaç ve davranış alışkanlıklarının listesini her gün biraz daha genişletiyor. Benzer şekilde, sinirbilim de belirli bir zihinsel bozuklukta hangi sinir devresinin aksadığını ve bir çocuk ''aşırı hassas'' lıktan psikopati başlangıcına kadar gidebilen herhangi bir mizaç aşırılığı sergilerken hangi sinirsel aktarıcıların işlevsiz göründüğünü keşfetmeyi sürdürüyor.
Yine de, Kagan' ın her zaman keyifle işaret ettiği gibi, durum o kadar basit değil.
[...]
ALKOLİK KEMİRGENLERİN DURUMU
[...]
Gelgelelim, davranışı sadece genlerin belirlediğine inananları hayrete düşürecek şekilde, kaygı testi sırasında belirli bir cinste laboratuvardan laboratuvara bazı belirgin farklılıklar saptanmıştı. Örneğin, BALB/cByJ (kemirici türü) denen bir cins Portland' da çok kaygılı, Albany' deyse oldukça maceracıydı.
Crabbe' nin belirttiği gibi, ''Her şey genlerden ibaret olsaydı, hiçbir farklılık bulunmaması beklenirdi.'' Bu farklılıkların nedeni ne olabilirdi? Laboratuvardaki nem oranı ile farelerin içtiği su -ve belki de en önemlisi, onları ele alan kişiler- gibi bazı değişkenler kontrol dışıydı. Örneğin, bir araştırma asistanının farelere alerjisi olduğundan, onları tutarken bir solunum cihazı takıyordu.
''Bazıları fareleri ele almakta becerikli ve kendinden eminken, bazıları kaygılıdır ya da fazlasıyla kaba davranır'' dedi Crabbe. ''Benim tahminime göre, bu fareler kendilerini elleyen kişinin duygusal halini okuyabiliyor ve bu hal de farenin davranışını etkiliyor.''
[...]
Önemli olan sadece hangi genlerle doğduğumuz değil, ayrıca onların dışavurumudur.
Genlerimizin işleyişini anlayabilmek için, belirli bir gene sahip olmakla, o genin karakteristik proteinlerini dışavurum (ekspresyon) derecesi arasındaki ayrımı görmemiz gerekir. Gen dışavurumunda esas olarak, bir parça DNA (deoksiribonükleik asit), RNA (ribonükleik asit) üretir, bu da biyolojimizde bir şeyleri harekete geçiren bir protein yaratır. İnsan bedenindeki otuz bin kadar genden bazıları sadece embriyo gelişimi sırasında dışa vurulur ve sonra ebediyen kapatılır. Diğerleri ise sürekli olarak açılıp kapanır. Bazıları kendilerini sadece karaciğerde, bazılarıysa sadece beyinde dışa vurur.
Crabbe' nin bulgusu, yaşadığımız deneyimlerin genlerimizin işleyişini -DNA düzenimizi bir nebze bile değişikliğe uğratmadan- nasıl değiştirdiğini inceleyen bir epigenetik dalında bir dönüm noktası oluşturmaktadır.
[...]
Böylesi iç görüler, şu yüzyıllık doğa-çevre tartışmasına son vermektedir. Nasıl biri olduğumuzu genlerimiz mi, deneyimlerimiz mi belirler? Genlerimizle çevremizin birbirinden bağımsız olduğu yanılgısına dayanan bu tartışmanın anlamsız olduğu ortaya çıkmaktadır; bir dikdörtgenin alanını daha çok eninin mi yoksa boyunun mu belirlediğini tartışmak gibi bir şeydir bu.
Belirli bir gene sahip olmak, onun biyolojik değeriyle ilgili her şeyi açıklamaz. Örneğin, yediğimiz yemek, bir sürü geni Noel ağacındaki titreşen ışıklar gibi açıp kapatarak düzenleyen yüzlerce madde içerir. Yıllar boyu yanlış yiyeceklerle beslenirsek, kalp hastalığındaki damar tıkanıklığına yol açacak bir gen kombinasyonunu etkinleştirebiliriz. Öte yandan, bir tutam brokolinin içerdiği bir doz B6 vitamini, triptofan hidroksilaz genini, L-triptofan denilen amino asidi üretmeye teşvik eder; bu da, diğer işlevlerinin yanı sıra, ruh halini dengeleyen bir sinirsel aktarıcı olan dopaminin sentez yoluyla oluşturulmasına katkıda bulunur.
Bir genin çevresinden bağımsız hareket etmesi biyolojik olarak olanaksızdır. Genler, endokrin sisteminden ve beyindeki sinirsel aktarıcılardan gelen -bazıları sosyal etkileşimlerimizden derinlemesine etkilenen- hormonlar dahil, yakın çevrelerinden gönderilen sinyallerle düzenlenecek şekilde tasarlanmıştır. Beslenme rejimimizin belirli genleri düzenlemesi gibi, sosyal deneyimlerimiz de bu tür genomik açma-kapama işlemlerinin belirli bir kısmını düzenler.
O halde genlerimiz, kendi başlarına optimal düzeyde işleyen bir sinirsel sistemi üretmeye yeterli değildir. Bu görüşe göre, kendine güvenen ya da empatili bir çocuk yetiştirmek, yalnızca bunun için gerekli bir gen kümesini değil, ayrıca yeterli bir ebeveynliği ya da diğer uygun sosyal deneyimleri de gerektirir. Göreceğimiz gibi, sadece bu bileşim doğru genlerin en iyi şekilde işlemesini sağlar. Bu açıdan bakıldığında, ebeveynlik ''sosyal epigenetik'' diyebileceğimiz şeye örnek oluşturur.
[...]
GENLERİN DIŞAVURUMA İHTİYACI VARDIR
[...]
Meaney, en azından farelerde ebeveynliğin bir yavrunun sahip olduğu genlerin kimyasını değiştirebildiğini keşfetmiştir. Araştırmaları, benzersiz bir gelişim evresi olan, farenin doğumundan sonraki ilk on iki saat içinde, çok önemli bir metil sürecinin meydana geldiğini ortaya çıkarmıştır. Bu evrede ana farenin yavrusunu ne derece yalayıp temizlediği, strese tepki veren beyin kimyasallarının o yavrunun beyninde ömrünün sonuna kadar nasıl imal edileceğini belirlemektedir.
Anne ne kadar ilgiliyse, yavru da o kadar hızlı kavrayışlı, kendinden emin ve korkusuz olacaktır; anne ne kadar az ilgi gösterirse, yavru da o kadar yavaş öğrenecek ve tehditler karşısında sinecektir. Bir o kadar etkileyici olan şey de, annenin yavrusunu yalayıp temizleme derecesinin, dişi bir yavrunun ileride kendi yavrularına ne kadar iyi bakacağını belirlemesidir.
Yavrularını en fazla yalayıp temizleyen sadık annelerden doğan fareler büyüdüklerinde, beyin hücreleri arasında, özellikle de bellek ve öğrenme merkezi olan hipokampuslarında daha yoğun bağlantılara sahip oluyordu. Bu yavrular, kemirgenlerin çok önemli bir beceresi olan, fiziksel bir düzlemde yollarını bulmakta özellikle başarılıydı. Ayrıca, yaşamın getirdiği stresler karşısında daha az sinirleniyor ve stresli tepki verdiklerinde daha kolay toparlanabiliyorlardı.
Öte yandan, ilgisiz ve dikkatsiz annelerin yavrularında, sinir hücreleri arasındaki bağlantılar daha seyrek oluyordu. Fareler için ''IQ testi'' nin muadili olan labirentlerde başarısızlığa uğruyorlardı.
Fare yavrularında en büyük sinirsel sorun, çok küçükken annelerinden tamamen ayrılmaları durumunda ortaya çıkar. Bu bunalım koruyucu genleri zayıflatarak, beyinlerini stresin tetiklediği toksik moleküllerle dolduran zincirleme bir biyokimyasal tepkimeye karşı onları savunmasız bırakır. Bu tür küçük kemirgenler, büyüdüklerinde kolaylıkla ürküp korkuya kapılırlar.
[...]
SİNİRSEL PATİKALAR OLUŞTURMAK
[...]
İnsan beyni küçücük bir alana bir sürü sinir devresini sığdırdığından, artık ihtiyaç duymadığı bağlantıları yok ederek gerekli olanlara yer açmak için sürekli baskı yaratır. ''Kullan ya da at'' atasözü, beyin devrelerinin sağ kalım için birbirleriyle rekabet ettikleri bu amansız sinirsel Darwinizm' e gönderme yapar. Yitirdiğimiz o sinir hücreleri ''budanmakta'' bir ağaçtan kesilen dallar gibi yok edilmektedir.
[...]
Çocukluk ve ergenlik dönemi boyunca beyin, o aşırı bol miktardaki sinir hücrelerinin yarısını seçici bir biçimde yok edecek, çocuğun -ilişkileri de içeren- yaşam deneyimleri beynine şekil verirken, kullanılanları saklayıp kullanılmayanları atacaktır.
İlişkilerimiz, hangi bağlantıların saklanacağını belirlemenin dışında, yeni sinir hücreleri tarafından kurulan bağlantılara yol göstererek beynimizin biçimlenmesine katkıda bulunur. Burada da sinirbilimin eski varsayımları çöker. Günümüzde bile bazı öğrencilere doğumdan sonra beynin yeni hücre üretemeyeceği öğretilmektedir. Bu kuram artık tamamen çürütülmüştür. Gerçekte, beyin ve omuriliğin, bir günde binlerce yeni sinir hücresine dönüşen kök hücreler içerdiğini biliyoruz. Sinir hücresi üretimi çocukluk yıllarında zirveye çıkar, ama ileri yaşlara kadar sürer.
Yeni bir sinir hücresi oluştuğunda, beyindeki konumuna göz eder ve bir ay içerisinde, beynin her yanına dağılmış diğer sinir hücreleriyle on bin kadar bağlantı kuracağı noktaya kadar gelişir. Sonraki yaklaşık dört ay kadar boyunca, sinir hücresi bağlantılarını arıtır; bu patikalar bir kez bağlandıklarında, bulundukları yere kilitlenirler. Sinirbilimcilerin ifadesiyle, birlikte ateşlenen hücreler birlikte şebeke kurarlar.
Bu beş-altı aylık dönem içinde, yeni doğan hücrenin hangi sinir hücrelerine bağlanacağını deneyimlerimiz belirler. Bir deneyim ne kadar sık tekrarlanırsa, alışkanlık o kadar güçlenir ve sonuçta meydana gelen sinirsel bağlantı da o kadar yoğunlaşır. Meaney, farelerde tekrara dayalı öğrenmenin, yeni sinir hücrelerinin diğer hücrelerle entegre olarak şebeke oluşturma hızını arttırdığını bulgulamıştır. Yeni sinir hücreleri ve bunların bağlantıları oluştukça, beynin yeniden tasarımı bu şekilde devam eder.
Fareler açısından iyi güzel de, biz insanlar açısından durum nedir? Aynı dinamik, sosyal beynin biçimlenmesinde derin sonuçlar doğuracak şekilde, insanlarda da geçerli görünmektedir.
Her beyin sisteminin, içindeki devrelerin deneyimler tarafından azami düzeyde biçimlendirildiği optimal bir dönemi vardır. Örneğin, duyusal sistemler büyük ölçüde erken çocukluk döneminde şekillenir ve arkasından dil sistemleri olgunlaşır. Hem farelerde hem de insanlarda, öğrenme ve anımsama merkezi olan hipokampus gibi bazı sistemlerin deneyimler tarafından biçimlendirilmesi ömür boyu sürer. Maymunlar üzerinde yapılan çalışmalar, hipokampusta sadece bebeklik sırasında konumlanan belirli hücrelerin, yavru maymunun o kritik ağır strese maruz kalması durumunda, yerleşmeleri gereken konumlara göç edemediklerini açığa çıkarmaktadır. Annenin sevgi dolu bakımıysa tam tersine bu hücrelerin göç etmesini destekleyebilir.
İnsanlarda en uzun biçimlenme süreci, anatomik olarak erken yetişkinlik dönemine kadar şekillenmeye devam eden prefrontal kortekste yaşanır. Dolayısıyla bir çocuğun yaşamındaki insanlar, onlarca yıl boyunca onun üst yol sinir devrelerinde biz iz bırakma fırsatına sahiptirler.
Belirli bir etkileşim çocukluk sırasında ne kadar sık meydana gelirse, beyin devrelerine o kadar derinlemesine kazınır ve çocuğun yetişkinlik yaşamı boyunca o kadar ''yapışkan'' bir hal alır. Çocuklukta tekrarlanan o anlar, Milton Erickson' un karda açtığı izler gibi, beyinde otomatik patikalara dönüşecektir.
Örnek olarak, sosyal beynin olağanüstü hızlı bağlayıcıları olan iğ hücrelerini ele alalım. Araştırmacıların elindeki bulgular, insanlarda bu hücrelerin -genelde orbitofrontal ve ön singulat kortekslerindeki- doğru yerlerine dördüncü ay civarında göç ettiklerini ve bu noktada binlerce başka hücreyle bağlantı kurduklarını gösteriyor. Bu sinirbilimcilere göre, iğ hücrelerinin nerede ve ne kadar zengin bağlantılar kuracakları, ( en kötüsü ) aile içindeki stres ya da ( daha iyisi ) sıcak ve sevgi dolu bir ortam gibi etkilere bağlıdır.
Hatırlanacağı üzere, iğ hücreleri üst ve alt yolları birbirine bağlayarak, duygularımızla tepkilerimizi eşgüdümlü hale getirmemize yardım eder. Bu sinirsel bağlantı, büyük önem taşıyan bir dizi duygusal becerinin dayanağıdır. Sinirbilimci Richard Davidson' un açıkladığı gibi, ''Beynimiz duygusal enformasyonu kaydettikten sonra, prefrontal korteks buna vereceğimiz tepkiyi ustaca yönetmemize yardımcı olur. Bu sinir devrelerinin yaşadığımız deneyimlerle etkileşim halindeki genler tarafından biçimlendirilmesi, duygusal tarzımızı; yani duygusal bir tetikleyiciye ne kadar çabuk ve güçlü bir karşılık vereceğimizi ve etkisinden kurtulmamızın ne kadar süreceğini belirler.''
Pürüzsüz sosyal etkileşimler açısından hayati önem taşıyan özdenetim becerilerinin öğrenilmesinde ise, Davidson' a göre, ''Yaşamın erken dönemlerinde, sonraki dönemlere kıyasla çok daha fazla esneklik söz konusudur. Hayvanlardan elde edilen deliller, erken deneyimlerin bazı etkilerinin kalıcı olduğunu, dolayısıyla bir sinir devresi çocukluk döneminde çevre tarafından bir kez biçimlendirildiğinde, hayli istikrarlı bir hal aldığını göstermektedir.''
[...]
BİR DEĞİŞİM UMUDU
[...]
Çocukken çekingen oldukları saptanmış, şimdi yirmili yaşlarında olan yirmi iki Kagan bebeği üzerinde yapılan bir çalışmada, amigdalalarının olağandışı herhangi bir şeye hala eskisi gibi aşırı tepki verdiğinin görüldüğünü söyledi.
Bu çekingenlik profilinin nörolojik göstergelerinden birinin, amigdala anormal ve tehdit oluşturabilecek bir şey saptadığında harekete geçen kollikulustaki daha yüksek etkinlik düzeyi olduğu anlaşılıyor. Duyusal korteksin bir parçası olan bu sinir devresi, bir zürafa gövdesinin üstünde bir bebek kafası gibi bir tutarsızlık algıladığımız zamanlarda tetiklenmektedir. Bu hareketlenmeye yol açan imgelerin düpedüz tehdit oluşturması gerekmez; garip ya da çılgınca görünen herhangi bir şey yeterlidir.
[...]
Sinirbilimciler, bir beyin devresi bir kez kurulduğunda, bağlantılarının mükerrer kullanımla nasıl güçlendiğini betimlemek için ''sinirsel yapı iskelesi'' terimini kullanırlar. Sinirsel yapı iskelesi kavramı, yerleşik bir davranış modelini değiştirmenin neden çaba gerektirdiğine açıklama getirir. Fakat yeni fırsatlar çıktıkça, -ya da belki yalnızca çaba ve farkındalık sayesinde- yeni bir patika döşeyip güçlendirebiliriz.
[...]
Örnek olarak, bebekliğinde çekingen olduğu saptanmış, ergenlik yıllarında ise korkusunu hissettiği halde vazgeçmemeyi öğrenmiş bir çocuğu ele alalım. Söylediğine göre, çekingenlik duyduğunu artık kimse fark etmiyordu. Fakat bunun için biraz yardım ve çabanın yanı sıra, açıkçası alt yolu ehlileştirmek için üst yolu kullanarak bir dizi küçük zafer kazanması da gerekmişti.
Anımsadığı zaferlerden biri de, iğne korkusunu yenmesiydi. Bu korku çocukluk döneminde o denli şiddetliydi ki, sonunda güvenini kazanan birini bulana kadar, dişçiye gitmeyi reddetmişti. Kız kardeşinin havuza atlayışını görünce yüzünün suya batmasından duyduğu korkuyu yenecek cesareti bulmuş, böylece yüzmeyi öğrenmişti. Önceleri bir karabasanın etkisinden kurtulmak için ebeveynleriyle konuşması gerekirken, en sonunda kendi başına sakinleşmeyi öğrenmişti.
Bir zamanların evhamlı çocuğu, bir okul kompozisyonunda, ''Artık kaygılanma eğilimimi anladığım için, korkularımı kendi kendime telkinde bulunarak yenebiliyorum.'' diye yazmıştı.
Demek ki biraz yardımla, bu çekingen çocukların birçoğunda doğal yollardan olumlu bir değişim meydana gelebilir. Ailenin veya başkalarının doğru yönde teşvikleri kadar, kendi çekingenlikleriyle nasıl başa çıkabileceklerini anlamaları da yararlı olabilir. Doğal olarak karşılaştıkları tehditleri, çekingenlik eğilimlerini aşmak için kullanmaları da işe yarar.
[...]
Kagan, ''Ebeveynler şunu anlamıyorlar: Biyoloji birtakım sonuçları sınırlasa da, olabilecekleri belirlemez'' diye ekliyor.
Ebeveynlik her geni değiştiremeyeceği gibi, her sinirsel tiki de hafifletemez; bununla birlikte çocukların günbegün yaşadıkları deneyimler, sinirsel devrelerini biçimlendirir. Sinirbilim bu biçimlendirme süreçlerinden bazılarının nasıl işlediğini şaşırtıcı ayrıntılarıyla saptamaya başlamıştır.
GÜVENLİ BİR ÜS
[...]
Bowlby' e göre, her insanın yaşam boyu iyi gelişebilmesi için çocukluğunda Ben-Sen bağlantılarının baskın olması gereklidir. Çocuklarıyla iyi bir ahenk kuran ebeveynler, onlara ''güvenli bir üs'' sunarlar; çocuk, üzüldüğünde ve ilgiye, sevgiye, teselliye ihtiyaç duyduğunda güvenebileceği insanlar olduğunu bilir.
[...]
Pek çok araştırmacı en erken ebeveyn-çocuk etkileşimlerinin ince ayrıntılarında, çocuğun yaşamı boyunca kendini güvende hissedip hissetmeyeceğini kuvvetle etkileyen unsurları saptadı.
[...]
Araştırmalarda, güvenli üssün duygusal bir koza örnekten fazlasını yaptığı da bulgulanmıştır: Beyni dürterek sevilme hissine küçük bir zevk dozu katan sinirsel aktarıcıları salgılattığı ve o sevgiyi veren herkes için aynısını yaptığı anlaşılmaktadır. Bowlby ile Ainsworth' un kuramlarını ortaya atmalarından onlarca yıl sonra sinirbilimciler, döngüsel bağlantının harekete geçirdiği, zevk hissi veren iki sinirsel aktarıcı saptadılar: Oksitosin ve endorfinler.
Oksitosin tatmin edici bir gevşeme duygusu yaratır; endorfinler de beyinde ero.nin verdiği bağımlılık yaratan zevkin ( o kadar yoğun olmayan ) benzerini oluştururlar. Emekleme çağındaki bir çocuğa bu hoş güvenliği anne-baba ve aile sağlar; oyun arkadaşları ve hayatın sonraki dönemlerinde dostluklarla romantik yakınlıklar da aynı sinir devrelerini etkinleştirir. Besleyici sevgiyle ilişkili bu kimyasalları salgılayan sistemler, sosyal beynin iyi bilinen parçalarını içerir.
[...]
Düpedüz ihmalkar davranan anneler kadar uç noktada olmasa da, çocuklarıyla aralarına duygusal, hatta fiziksel bir mesafe koyan anneler, çocuklarıyla görece az konuşan ya da onlara daha az dokunanlardır. Böylesi çocuklar çoğunlukla ''dudak bükerek'' umursamıyormuş gibi davranırken, bedenleri aslında gitgide artan bir kaygının işaretlerini verir.
[...]
Yeterince empati gösteren çocuklar güven duygusuna sahip olur; kaygılı ebeveynlik kaygılı çocuklar yaratır; soğuk, uzak duran ebeveynlerse duygularını göstermekten ve başkalarıyla temastan çekinen, ''sakıngan'' çocuklar üretir. Yetişkinlik dönemindeki ilişkilerde, bu davranış modelleri güvenli, kaygılı ya da sakıngan bağlılık tarzları olarak ortaya çıkacaktır.
[...]
DEPRESYON DÖNGÜSÜ
[...]
Davranış genetikçilerine göre, depresyon kalıtımsal olabilir. Pek çok araştırmada, depresyonun ''kalıtımsallığı'' -yani, bu tür bir çocuğun yaşamının bir noktasında bizzat klinik depresyona girmesi olasılığı- hesaplanmaya çalışılmıştır. Ancak Michael Meaney' nin de belirttiği gibi, depresyon nöbetleri geçirmeye yatkın bir ebeveynden doğan çocuklar sadece o ebeveynin genlerini değil, söz konusu genin dışavurumunu destekleyecek şekilde davranabilen ebeveynin kendisini de miras alırlar.
[...]
Bir annenin depresyonu, taşıdığı tüm kişisel ve sosyal bozuklukları çocuğuna geçireceği bir aktarım yolu haline gelebilir. Örneğin bir annenin evhamı, çocuğun üzerinde daha bebekken kendini gösteren olumsuz hormonsal etkiler yaratır: Depresif annelerin stres hormonu düzeyleri daha yüksek, dopamin ve serotonin düzeyleriyse daha düşüktür; depresyonla bağlantılı bir kimyasal profilidir bu.
Yürümeye yeni başlamış bir bebek, ailesini etkileyen daha büyük güçlerin farkında olmayabilir, ama bu güçler yine de onun sinir sistemine yerleşecektir.
[...]
Bazı depresif annelerin çocukları, uyarlayıcı nitelikleri olan başka bir ders de alırlar. Bu çocukların birçoğu annelerinin sürekli değişen duygularını okumayı gayet iyi öğrenir ve yetişkinlik dönemlerinde etkileşimlerini mümkün mertebe hoş görünecek ( ya da karşısındakileri en az sinirlendirecek ) şekilde idare etmekte ustalaşırlar. Daha geniş dünya kapsamında, bu beceriler zorlukla kazanılmış bir sosyal zekaya dönüşebilir.
EMPATİNİN ÇARPITILMASI
[...]
İstismar edilen çocuklar nötr, belirsiz ifadeli, hatta üzgün yüzlerde öfke algılarlar. Gereğinden fazla öfke algılaması, aşırı duyarlı hale gelmiş bir amigdalanın işaretidir. Bu yüksek duyarlılık, sadece öfke duygusuna yönelik gibidir: Kötü muamele gören çocuklar öfke sergileyen yüzlere baktıklarında, beyinlerinde diğer çocuklara kıyasla daha güçlü bir tepkime olur; neşe ya da korku ifadeli yüzlere ise beyinleri normal bir tepki verir.
Bu empati çarpıklığı, birinin öfkeli olabileceğini gösteren en küçük işaretin bile istismar edilmiş çocukların dikkatini çekeceği anlamına gelir. Öfke duygusunu diğer çocuklara kıyasla daha fazla tararlar, aslında olmadığı halde görürler ve bu tür işaretleri daha uzun bir süre ararlar. Mevcut olmayan bir öfkeyi saptamaları, onlara çok önemli yararlar sağlayabilir. Sonuçta, evde gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarından, aşırı duyarlılıkları koruyucu bir radar işlevi görür.
[...]
Ebeveynlerin ''çocukları korumak için'' kendi endişelerini bastırmaları gerektiği anlamına gelmez. Stanford Üniversitesi' nden psikiyatr David Spiegel, 11 Eylül olayından sonra ailelerin duygusal tepkilerini inceledi. Çocukların aile içindeki duygusal akımların fazlasıyla farkında olduğunu gören Spiegel' in açıkladığı gibi, ''Duygusal koza, ebeveynler hiçbir şey olmamış gibi davrandığında değil, ailece duydukları üzüntüyle birlikte baş etmeye çalıştıklarını çocuklara anlattıklarında işe yarar.''
MUTLULUĞUN DENGE NOKTASI
[...]
Bir çocuğun günlük yaşamında yer alan herkes, üzüntüyle nasıl başa çıkılacağı konusunda iyi ya da kötü bir model oluşturur. Çocuk büyük bir kardeşin, bir oyun arkadaşının ya da bir ebeveynin kendi duygusal fırtınalarını nasıl atlattığına tanık oldukça, bu öğrenim ( muhtemelen ayna sinir hücreleri aracılığıyla ) dolaylı olarak devam eder. Bu tür edilgin öğrenim yoluyla, orbitofrontal korteksteki (OFC) amigdalayı yatıştırmaya yönelik düzenleyici devreler, çocuğun tanık olduğu her sakinleşme stratejisini prova ederler. Bu öğrenimin bir kısmı da doğrudan ve açık şekilde, birisi çocuğa çalkantılı hislerini yönetmesi için ikazda ya da yardımda bulunduğunda gerçekleşir. Zamanla ve pratikle, OFC' deki duygusal itkileri kontrol eden devreler gitgide güçlenir.
[...]
HAYIR DEMENİN DÖRT YOLU
[...]
Bazen umursanmama ya da ''ne yapsam yanlış oluyor'' duygusu -ebeveynlerinden hala olumlu bir dikkat görme özlemini duymasına karşın- çocuğu çaresizlik içinde bırakır. Böyle çocuklar kendilerini temelde kusurlu görmeye başlarlar. Yetişkinlik dönemlerinde, sevgi görme özlemiyle sevilmeyeceklerinden duydukları şiddetli korkunun -hatta tamamen terk edileceklerine dair daha da derin bir korkunun- bir karışımını yakın ilişkilerine taşımaya eğilimli olurlar.
[...]
OYUNUN ETKİSİ
[...]
İnsanlarda gıdıklanma bölgesi enseden başlayıp göğüs kafesi çevresini kapsar; bu bölgedeki deri, gıdıklanan bir küçük çocuğu kahkahalara boğacak kadar hassastır. Ancak bu refleksin tetiklenmesi ikinci bir kişiyi gerektirir. Kendi kendimizi gıdıklayamayışımızın nedeni, gıdıklanma hissiyle ilgili sinir hücrelerinin beklenmedik olaylara tepki verecek şekilde ayarlanmış olmasıdır.
[...]
KEYİF ALMA KAPASİTESİ
[...]
Araştırmalarda, örneğin bir piyangoda muazzam miktarda para kazanan kişilerin coşkulu hislerinin, bir yıl gibi bir süre içinde yatışarak, piyango vurmadan önceki ruh hallerinin menziline döndüğü bulgulanmıştır. Aynı durum bir kazada felç olan insanlar için de geçerlidir; başlangıçta duydukları ıstırabı bir yıl kadar bir süre sonra atlatarak, kazadan önceki günlük ruh hallerine kavuşurlar.
Davidson' ın bulgularına göre, sıkıntı veren bir duygunun pençesindeki insanlarda en etkin olan iki beyin alanı, amigdala ve sağ prefrontal kortekstir. Keyfimiz yerinde olduğunda ise bu alanlar sakin kalırken, sol prefrontal korteksin bir parçası etkinleşir.
Ruh hallerimizi sadece prefrontol alandaki etkinlik izler; üzüldüğümüzde sağ taraf, neşelendiğimizde de sol taraf hareketlenir.
Fakat nötr bir ruh hali içindeyken bile, sağ ve sol prefrontal alanlarımızdaki arka plan etkinliğinin birbiriyle orantısı, genellikle hissettiğimiz çeşitli duyguların gayet doğru bir ölçümünü sunar. Sağ taraf etkinliği daha fazla olan insanlar özellikle keyifsiz ya da üzüntülü anlar yaşamaya yatkınken, sol taraf etkinliği daha fazla olanlar genelde daha mutludur.
[...]
TAM KIVAMINDA KORKU
[...]
Tam kıvamında korkmanın yararları hakkındaki en ikna edici sinirbilimsel veriler, sincap maymunlar üzerinde yapılan araştırmalarda elde edilmişti. Bu maymunlar daha on yedi haftalıkken ( insanlarda küçük çocukluk çağına tekabül eden dönemde ) on hafta boyunca haftada bir kez emniyetli kafeslerinden çıkarılıp, tanımadıkları yetişkin maymunlarla birlikte bir saatliğine başka bir kafese kapatılıyorlardı. Pek çok belirtiden anlaşıldığı gibi, yavru sincap maymunlar için dehşet verici bir deneyimdi bu.
Daha sonra, sütten yeni kesilmiş ( ama duygusal bakımdan hala annelerine bağımlı ) olan aynı maymunlar, anneleriyle birlikte yabancı bir kafese yerleştiriliyordu. Başka maymunların bulunmadığı bu kafeste bol miktarda yiyecek ve keşfedilecek bir sürü yer vardı.
Daha önce stres yaratan kafeslere kapatılmış maymunların, annelerinden hiç ayrılmamış akranlarından çok daha cesur ve meraklı oldukları anlaşıldı. Yeni kafeslerini serbestçe araştırıyor, buldukları yiyecekleri atıştırıyorlardı; annelerinin emniyetli çevresinden hiç ayrılmamış olanlarsa ürkekçe ona yapışıyorlardı.
Anlamlı bir şekilde, bağımsız yavrular tek başına yabancı bir kafese kapatıldıkları sırada bolca gösterdikleri biyolojik korku belirtilerini artık hiç göstermiyorlardı. Korkutucu bir yere düzenli olarak girip çıkmış olmaları, strese karşı bir aşı etkisi yapmıştı.
Doğru ölçekte verildiğinde, bu tür stres dozlarının gelişmekte olan beyne tehditlerin üstesinden gelip sakinleşmenin yollarını bulması için bir fırsat tanıdığı anlaşılıyor. Sinirbilimcilerin vardığı sonuca göre, maymunlarda olduğu kadar insanlarda da, yavrular başa çıkmayı öğrendikleri strese maruz bırakılırlarsa, bu öğrenim sinir devrelerine kaydediliyor ve yetişkinlik dönemlerinde strese karşı daha dayanıklı oluyorlar. Bu korkma-sakinleşme, düzeninin tekrarlanması, görünüşe bakılırsa dayanıklılıkla ilgili sinir devrelerini biçimlendirerek, temel bir duygusal yeteneği oluşturuyor.
Richard Davidson' ın açıkladığı gibi, ''tehditlere ya da strese idare edebileceğimiz bir düzeyde maruz kalarak dayanıklı olmayı öğrenebiliriz.'' Çok az strese maruz kalırsak, hiçbir şey öğrenemeyiz; çok fazla stresle karşılaşırsak, korkuyla ilgili sinirsel devreye yanlış dersler kaydedilebilir. Korkutucu bir filmin bir çocuğa ne kadar ağır geldiği, kendini fizyolojik olarak ne kadar çabuk toparladığına bakılarak anlaşılabilir. Beyni ( ve bedeni ) bu korku uyandıran halde sıkıntı verecek kadar uzun bir süre takılıp kalırsa, o zaman prova edilen şey dayanıklılık değil, kendini toparlayamamak olur.
Ancak çocuğun karşılaştığı tehditler -beynin geçici olarak tam bir korku tepkisi başlatıp, sonra tekrar sakinleştiği- optimal bir düzeyde olduğu zaman, farklı bir sinirsel düzenin işlediğini varsayabiliriz.
[...]
Fazlasıyla dehşet verici bir film, çocuğun haftalarca kabus görmesine ve güpegündüz korkmasına neden oluyorsa, beyin gereken dersi alamamış demektir. Korkuyu kontrol etmek yerine, sadece korku tepkisini başlatmakta, hatta inceden inceye güçlendirmektedir. Araştırmacıların tahminine göre, sürekli olarak aşırı strese -ekrandaki stres türüne değil de, çalkantılı bir aile hayatının çok daha korkutucu çıplak gerçekliğine- maruz kalan çocuklarda, bu sinirsel patika bazı hallerde yaşamın ilerleyen dönemlerinde depresyona ya da kaygı bozukluklarına yol açabilir.
İkinci bölümü tamamladık :)
Önümüzdeki hafta üçüncü bölümde buluşmak dileğiyle :)



Yorumlar